Esrarengiz Filtre
Havanın ilk katı olan troposferin kalınlığı kutuplarda 8 km, ekvatorda ise 17 km kadar olup; üst kısımlarına kadar geldiğimizde, yerden 22 km yukarılara yükselmiş oluruz. Troposferden sonra gelen stratosferin kalınlığı 50 km kadar olup bu kısımda sıcaklık tekrar yükselir.
Burası yüksek enerjili ve tehlikeli ışınların aşağıya geçit verilmediği yakalanma sınırıdır. Son yıllardan adından sıkça söz edilen ozon tabakası buradadır. Ozon üç atomlu bir oksijen molekülüdür. Bu moleküller güneş ışınlarının zararlılarını filtre ediyor. Harika bir kimyevî denge reaksiyonu ile güneşten gelen ultraviyole ışınları; oksijenin ozona dönüştürülmesinde kullanılarak burada yakalanır.
Bu moleküller son zamanlarda, yerden yükselen bazı kimyevî maddelerin hücum ve tahribine maruz kalmaktadır. Eğer bu moleküller azalırsa; ultraviyole ışınları rahatça yere buyur edecekler demektir. Bu ise, kanserlilerin sayısında anormal derecede artışı netice verecektir. Çünkü bu ışınlar kısa dalga boylu, enerjisi yüksek ışınlar olup, canlı bünyesindeki DNA moleküllerdeki bağları koparıp, bozacak güçtedir. Ayrıca, ozon tabakası ile filtre edilen bu ışınların yere kadar inmesi ile yeryüzü daha fazla ısınacağından dünyanın yüzyıllardır değişmeyen ortalama sıcaklık değerinde de bozulma görülecektir. Fazla değil, ortalama sıcaklığın 10 derece bile artması hayvanların kanını, bitkilerin özsuyunu kaynatmaya yeterli olur.
Hassas bir dengenin apaçık sergilendiği bu koruyucu ozon perdesinin varlığına tesadüf deyip geçenler, varlıkların mânevî cephesindeki ilâhî mühürleri okuyamayan, gözsüz yahut gözünü güneşe karşı kapayanlar, ancak karanlık bir cehalet içinde olduklarını ifade etmektedirler.
Bir Mukayese
Evet atmosferin ilk tabakasında hava-toprak ve hava-deniz arasındaki görülen hayret verici incelikteki münasebet, bütün Güneş sistemi içinde sadece dünyayı, hayatın üzerinde tebesüm ettiği mümtaz bir gezegen haline getirmiştir.
Karanlık ve soğuk uzay boşluğu içerisinde hızla yol alan, adına dünya dediğimiz sıcak ve şen bir yuva içinde bulunuyoruz. Burada ne aşırı soğukluk ne de aşırı sıcaklık var. Ilıman ve hoş bir iklim hüküm sürüyor. Yüzyıllar boyunca değişmemiş sabit ortalama bir sıcaklık var. Bunu daha iyi takdir etmek için yakın komşumuz Ay ile Dünyamızı kıyaslayabiliriz. Orada gündüzleri 120 dereceye ulaşan kavurucu bir sıcaklık, geceleri ise sıfırın altında 150 dereceye düşen dondurucu soğuklar hükmeder. Göktaşı sağanakları, ultraviyole ve kozmik ışınlarla delik olmuş; ıssız, sessiz ve ölü bir diyardır Ay.
Havaya yeterli miktarda serpiştirilen karbondioksit ve su molekülleri yüksek bir ısı tutma ve emme kapasitesine sahip kılınmışlar. Bu moleküller gündüzleri güneşin fazla ışınlarını emerler, neticede aşırı ısınma olmaz. Gece olup da güneş ışığını çekince hava molekülleri tarafından emilen ısı, bitki seralarında olduğu gibi korunur ve soğuk uzay boşluğuna bırakılmaz. Bu haliyle hava tabakası gündüz dünyayı güneşin ışınlarından koruyan bir perde, geceleri ise sıcaklığı saklayan bir battaniye gibidir. Diğer gezegenler böyle bir koruyucu tavandan mahrum bulunduklarından gündüz sıcaktan kavrulurken, geceleri de dondurucu soğukların tesiri altındadır.
İklimlerin ayarlanmasında kullanılan diğer bir regulatör ise denizlerdir. Denizlerin karalardan daha çok olması çoğumuza garip gelebilir. Bizi üzerinde barındıran küreye kısaca “yer” diyoruz. Yer aynı zamanda toprak mânâsına da gelmektedir. Oysa yeryüzünün büyük kısmı toprakla değil (onda yedisi) sularla kaplıdır. İyi ki böyle olmuş dememiz lâzım. Bu sayede ne kutupların dondurucu soğuğuna, ne de tropikal bölgelerin kavurucu sıcağına mâruz kalıyoruz. Şöyle ki gündüz güneşin ışınlarıyla çabucak ısınan kara, topladığı bu ısıyı tıpkı bir radyatör gibi çevresine yayar. Muazzam su kitlesi olan deniz ise, aldığı milyonlarca güneş kalorisine rağmen, ancak birkaç derece ısınabilir. Fakat ısındıktan sonra da, kolay kolay soğumaz. Denizler bu kadar bol olmasıyla, bir yandan iklimi düzene koyan ve aşırı ısınmayı ve soğumayı önleyen klima gibi vazife görürken, diğer yandan da bol buharlaşma sonucu, karaların suya olan ihtiyacını karşılamaktadır. Yeryüzü daha az denizle kaplı olsaydı, buharlaşma da o nispette azalacak, ve daha az yağış sonucu yeryüzü çölleşecekti. Bunlar hayatın sonsuz hikmetlerle hazırlanmış bir plâna göre yaratıldığını göstermiyor mu?
Başımıza Taş Yağıyor
Atmosferde üst katlara doğru süren seyahatımızda 50. km’ye vardırdığımızda artık stratosferi geride bırakıyoruz. Bu katta irtifa 80. km’yi bulunca atmosferin orta katı sayılan mezosfere varırız. Bu tabakanın bir vazifesi göktaşı sağanaklarına kalkan olmasıdır. Eski Galyalılar’ın hayatta en korktukları şey gökyüzünün üzerlerine düşmesi ve başlarına taş yağması imiş. Böyle bir korku ilk bakışta gülünç gelebilir Oysa astronomi ilmi, her gün tepemize binlerce taş yağdığını kabul etmektedir.
Uzay yalnızca yıldızlar ve onların çevresinde dolanan gezegenlerden ibaret değildir. O koca boşlukta, madenden oluşmuş iri kaya ve taşlar da vardır. Bu taşlar yerin çekimine kapılınca müthiş bir süratle atmosfere girerler.
Yıldız kayması dediğimiz bu olayda atmosfere hızla giren göktaşları havayla temas edince yanarak mezosfer içinde toz haline gelir
Eğer böyle bir kalkana sahip olmasaydık başımıza, tam deyimiyle taş yağardı. Hem de “göktaşı.” Ay’a giden astronotlar orada böyle bir olaya şahit oldular. Havadan mahrum bulunan uydumuz Ay, uzaydan gelen göktaşlarının sürekli hücumuna uğramaktadır.
Başımıza gökten yağan bu gülleler daha yere ulaşmadan toz haline geliyor. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.
Düşünelim; gökteki bulutların teşekkülü için hem arz kaynaklı hem de uzay kaynaklı (göktaşlarından) trilyonlarla bile ifade edilemeyecek kadar çok sayıda incecik parçacıklar lâzımdır, ayrıca bu parçacıkların üst atmosfere ulaşması gerekir. Buraya taşınan nemli rüzgârlarla çekirdekler üzerinde yoğunlaşma başlayacak ve bulut taneciği oluşacak… Bulut taneciği fizikî ve matematik bir plânlamaya göre küçücük yağmur damlası haline gelecek, bu minicik su damlası yere doğru düşmeye başlayacak…
Yerçekimi kanununa uygun olarak birkaç bin metre yukarıdan düşecek damla yere kurşun hızıyla ulaşacaktı. Bu ise her canlının yağmur altında ölümü demek olacaktı; ama yağmur tanesi sabit bir hızla yere düşüyor, usulcacık, incitmeden, yıpratmadan… Damlaların bir ölçüye göre biçimlenip küçücük yağmur damlaları haline gelmesi ile iş bitmiyor. Aynı ölçünün, aynı hesabın, aynı nizamın bu defa yerçekimine karşı koyabilecek bir başka kuvvet tarafından da müessir hale getirilmesi gerekiyor.
İşte bütün cisimler için geçerli olan yerçekimi kuvveti, küçücük bir damla karşısında çaresiz hale geliyor. Havaya verilen kaldırma kuvveti ve dinamik viskozite sayesinde yerçekimi kuvvetinin tesiri dengelenmekte ve damlanın sabit bir hızla yere düşmesi sağlanmaktadır. Görüldüğü gibi en zor ve pahalı gibi görünen hizmetler, en uygun ve kısa yollardan çözüme kavuşturulmaktadır.
Radyo Yayıncılığına İmkân Veren Harika Ayna
Mezosfer adlı hava tabakasını geçtikten sonra iyonosferle buluşuyoruz. İyonosfer, faaliyet sahası 400 km yukarılara kadar tesirli olan, diğerleri gibi önemli bir atmosfer tabakasıdır. Burada bulunan atom ve moleküller nötr halde değil, iyonlaşmış, yani elektron vererek veya alarak elektrikle yüklenmiş haldedir.
Telsiz cihazı keşfedilip de, arada bir vasıta olmadan haberleşme, imkân dahiline girince, insanlık bu haberleşme hamlesiyle büyük bir heyacan yaşamıştı. Fakat bir husus ilim adamlarını kara kara düşündürüyordu: Elektromanyetik dalgalara bindirilmiş radyo dalgaları dümdüz bir hat boyunca yol alıyordu. Arz düz değil yuvarlak olduğundan, uzak mesafelerle haberleşme, en fazla 100 km çapında bir alan için mümkün olabilirdi. Daha uzak yerlerle, kıtalar veya ülkelerle haberleşme nasıl olacaktı?
Kafalar bu düşünce ile meşgulken, 1901 yılında İngiltere ile Kanada arasında radyo haberleşmesinin sağlandığı açıklandı. Bu gelişme büyük bir şaşkınlık meydana getirmişti. Radyo dalgaları daha uzak mesafelere nasıl ulaştırılmıştı?
Sır daha sonra çözülecekti. İyonosfer tabakası atmosferin iyonlardan yapılmış aynası gibiydi. Fezanın çınlayan kubbesi durumundaydı. Yerden uzaya yükselen telsiz ve radyo vericilerinin elektromanyetik dalgaları bu aynaya çarpıyor ve yansıyor, tekrar dünya üzerine gönderiliyordu. Yansıyan dalgalar dünyanın her köşesine ulaşıyor ve böylece her tarafta radyo ve telsiz yayınlarını rahatça takip etmek mümkün hale geliyordu.
Bu, daha dünya yaratılırken son asırların ihtiyaçlarının bile nazarı dikkate alınmış olduğunun ifadesi değil miydi? Bizim ihtiyaçlarımızı bilen ve geleceği gören her ihtiyacımızı şefkat ve merhametle hazırlayan birisi vardı ki, havada, suda, yerin altında ve üstünde ihtiyaçlarımız için gerekli levazımatı depolamıştı. Zamanı gelince kullanalım diye. Yaratılışta istikbalin tohumlarını ekmişti.
Manyetik Kalkan
İyonosferi geride bıraktığımızda yolumuz 2.000-3.000 km’lerdeki ekzosfere çıkar. Burada hava yoğunluğu iyice azalmış, sürtünme yok denecek hale gelmiştir. Molekül çarpışmaları giderek yok olur ve buna bağlı olarak da sıcaklık kavramı bilinen mânâsını kaybeder. Bu sebeple olmalı, suni uyduların çoğu bu tabakaya yerleştirilir.
Bir pusulaya dünyanın neresinden bakarsanız bakın, daima kuzey yönünü gösterir. Eğer bu yönü takip ederseniz. Kuzey kutup noktasına varırsınız. Pusula ibreleri bu bölgedeki manyetik alanın tesirinde kalarak sürekli olarak buraya yönelir, bu yöneliş sayesinde bizler de karada, denizde ve havada yönümüzü kolayca buluruz.
Kutup noktaları, Ekvator’un oluşturduğu dairenin tam merkezinden geçen bir eksenin iki uç noktasıdır. Ama bunlar coğrafî kutuplar olup manyetik özelliklerinden dolayı mıknatısların yöneldiği gerçek kutup noktaları değildir.
Gerçek kuzey kutbu; coğrafik kuzey kutbunun yaklaşık 1.290 km güneyindedir. Bu da Kanada’nın kuzey batısında Ellef Ringnes adalarının kıyısına tekabül eder. Güney kutbuna gelince Antarktika kıtasında Adelie Land denilen bir bölgede yer alır.
Kuzey ve güney kutbundaki bu esrarengiz ama bir o kadar da manidar manyetik alanların kaynağı ile ilgili çeşitli açıklamalar görüyoruz. Bu açıklamalardan olayın izahının hayli karmaşık olduğu ve henüz kesin bir hükmün bulunmadığı anlaşılmaktadır. Açıklamalardan birisine göre, dünyanın çevresini 8 şeklinde manyetik ilmikler halinde kuşatan adına Van Allen kuşakları da denilen manyetik çizgilerin kaynağı, dünyanın merkezinde yer alan, sıvı sıcak demir ve nikelle ilgilidir. Bu manyetik akımlar kutuplardan çıkmakta dünyamızı çepeçevre saran bir manyetik tabaka meydana getirmektedir.
Bu tabaka aynı zamanda 7. ve son atmosfer tabakası olup manyetik bir zırh olarak görev yapar. Bu esrarlı kuşak yeryüzüne bağlı dünyanın etrafında en büyük atmosfer tabakasıdır. Manyetosfer manyetik yoğunlukların meydana getirdiği içiçe esrarengiz kuşaklardır. Bu kuşaklardan bize en yakını 4.000 km, ikinci kuşak ise 16.000 km yüksekte olup 30.000 km’ye kadar tesirini gösterir. Bu içiçe görünmez manyetik kabukların her birisi bazen atom bombası kadar tesiri olabilen tehlikeli kozmik ışınları ve yüklü parçacıkları yakalamakta, yönlerini değiştirerek bir alt tabakaya geçmesine engel olmaktadır. Arzı sürekli bombalayan kozmik ışınlar ve aralıksız esen güneş rüzgârları (elektron vb yüklü atom parçacıkları) arzın manyetik alanı olan Van Allen radyasyon kuşakları ile karşılaşır ve orada frenlenir.
Atmosferin daha hiçbir özelliği keşfedilmezden evvel arz ve semanın sahibi atmosferin hayat için koruyucu özelliğini haber vermişti.
“Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hâlâ bundaki delilleri görmeyip inkâr ederler.” (Enbiya 32)
Atmosferdeki Denge
Atmosfer gazları mahiyetleri gereği uzay boşluğuna kaçmak isterken, yeryüzü bu gazları emmek ve tutmak ister. Ancak öylesine harika bir denge kurulmuş ki; her ikisi de vuku bulmaz. Dünyamızın kütlesi; yarıçapı, sıcaklığı ve yerçekimi gibi birçok faktörler kullanılarak, o kadar ince hesaplama ve ayarlamalar yapılmış ki, akıllar değil hayaller dahi şaşkınlığa düşmektedir.
Eğer Dünya’mız Güneş’e daha yakın olsaydı hava daha fazla ısınacak, ısınan gazlar yükselip atmosferi terk edecekti. Biraz uzak olsaydı, o zaman da yeryüzüne çöküp kalırlardı. Yerçekimi şimdikinden biraz fazla veya tersine az olsaydı, aynı durum ortaya çıkardı. Ayrıca, gelen ısı yerkürede bir süre tutulabilmelidir. Bu görevi de karbondioksit gazı üstlenmektedir.
Atmosfer denen bu esrarengiz perdenin bir an için başımızdan kaldırıldığını düşünebiliriz. O zaman dünyanın diğer gezegenlerden farkı kalmayacaktı. Meselâ Ay’da olduğu gibi ısı gündüzleri 120 dereceye çıkabilirdi. Sonuçta herşey kavrulacak, geceleri ise düşen sıcaklıkla birlikte herşey donacaktı. Bununla kalmayacak göktaşlarının sağanakları yüzünden kozmik ve morötesi ışınların bombardımanından delik deşik olacaktı. Yanı başımızdakine bile sesimizi duyuramayacak, ışık saçılma göstermeyeceğinden karanlıkta kalacaktık. Ufak bir bitki bile yeşeremeyecekti. Kuşlar gibi uçaklar da havalanamayacaktı. Velhasıl cansız ruhsuz soğuk sessiz ölü bir dünya ile karşı karşıya kalacaktık.
Çok soğuk ve zifiri karanlık içerisinde hızla yol alan her ihtiyacı temin edilmiş sıcak ve aydınlık bir yuva üzerindeyiz. Bu yuva üzerinde demirciğini duyduğumuz hiçbir şey yok. Bu yuvanın ne kadar mükemmel tefriş edildiğini daha iyi fark etmek için başka gezegenlere hattâ fazla uzağa gitmeğe gerek yok, kapı komşumuz Ay’a bir göz atmak yeterli.
Acaba bu fiillerin kaynağını kör tabiatta ve şuursuz sebeplerde arayanlar; cansız ve şuursuz zerrelerin, kâinatın bütün projesini, insan başta olmak üzere her varlığın, her işini ve ihtiyacını ayrıntısına kadar bilecek bir ilme sahip olmaları gerektiğini, her şeye güçlerinin yettiğini farz etmeleri gerektiğini biliyorlar mı?
Kaynak:
www.sizinti.com.tr