ISLAK ÇOCUK
Gözlerini kapadı ıslak çocuk… Gökyüzüne doğru kaldırdı; önce mağrur ve onurlu başını, sonra da yüreğini tuttuğu ellerini… Kaderine ağlayan tatlı gözleri vardı. Umutla bakarlardı yine de dünyaya her açılışında. Üstü başı her ne kadar kir içinde de olsa, gözlerine bakanlara bir prensesin asaletini andırırdı…
Küçük yaşında tanıştı yağmurla… Çıplak ayaklarıyla ilk dans ettiği gün henüz yedi yaşındaydı. Şimdi ise yirmisinde bir genç kız olmanın eşiğinde gökyüzüne kaldırdığı elleriyle tanrıya dua ediyordu Sinem…
Gözleri hala yedi yaşında, hala çakmak çakmak ve hala aynı ateşe sebep iki kıvılcımdı… O, yağmurun kızıydı. Annesi onu yağmurlu bir günde dünyaya getirmiş ve babası sevinçle onu doğar doğmaz kucaklayıp yağmurun altında ilk kez ıslatmıştı… Bu yüzden çiftlikteki herkes onu Yağmurun Kızı diye çağırır olmuştu. Beş yaşına geldiğinde artık çok zeki bir kız olmuş ve ona yağmurun kızı diye seslenenlere “Hayır ben Gülseren’in kızıyım!” diye sitem etmeye başlamıştı. Fakat kahya ona şefkatle yaklaşır ve her defasında “Senin annen yağmur kadar temiz ve sevgi doludur. Yağmur bereket demektir. Unutma, yediğimiz ekmeği, bu ağaçları, içtiğimiz suyu ve daha nicesini o yağmur bize sağlıyor.” diyerek saçını okşadığı zamanlar Sinem bir kuzu gibi sakinleşir ve çakmak gözlerini kahyanın gözlerine dikip sorardı her defasında “Bir gün annem de yağmurlar gibi beni terk edip gidecek mi peki?” diye sorduğundaysa kahyanın içine bir kabir azabı düşer, kahrolur, dudakları kilitlenir ve konuşamazdı. Fakat Sinem ısrarla sorardı “Annem de bir gün yağmurlar gibi beni terk edip gidecek mi?”. Çok defa kahya bir cevap uydurur onu yatıştırırdı. Fakat cevabını alamadığı zamanlar yabani bir kısrak gibi huysuzlaşır ve ortadan kaybolurdu. Bütün köy seferber olur onu ararlardı. Bulduklarında ise bir yerlerde ağlıyor olurdu.
Yedi yaşında ise koskocaman şehirlerle tanışmak üzere yola çıktı ailesiyle beraber. Ankara’nın soğuk ve sisli havasının içinde birbirlerini neredeyse göremedikleri bir kış havasıydı. Yağmur yağmasına ve tüm soğuğa rağmen Sinem hiç üşümüyor, hala kıpır kıpır heyecanla çevreyi gözlüyordu. Bu şehri ilk geldiğinde de anlamamıştı…
Ankara’nın soğuk havası ve insanların vurdumduymaz tavırları aileyi kısa sürede değiştirmiş, aile ocağının yerine koca bir incir ağacı dikmişti… Babası kısa sürede alkole yenik düşüp yolunu kaybetti. Sinem evin tek çocuğuydu. Babası ona her zaman değer vermiş, onun her zaman mutlu olmasını istemişti. Fakat bu şehir onu yutup almıştı. Zavallı annesi Gülseren ise tüberküloza yakalanıp hayatını kaybetmişti.
Sinem yedi yaşını bitirmek üzere bir çocukken, annesinin cenaze töreninde gösterdiği olgun tavırları ve cenaze evinde misafirlerini ağırlamasıyla o kadar beğenilmişti ki… Fakat kaderinin kötü yazgısını değiştirebilecek hiçbir mucize yok gibi görünüyordu…
Annesinin ölümünden sonra birkaç ayını komşularının yanında geçirdi. Fakat ne yazık ki bu günler ona zindan kadar karanlık geliyordu ve bir an önce bu hayattan sıyrılıp kendi hayatını kurmayı düşünüyordu. Yedi yaşında bir çocuktu henüz. Kimden iş isteyebilir, kimin yanında kalabilir ve kimden destek bekleyebilirdi. Problemleriyle kim ilgilenecekti. Bunların hiç birini düşünmeden çıktı sokaklara. Çünkü komşuları ona Külkedisi masalını yaşamaktan daha ileriye gitmiyorlardı. Amaları belliydi; onu besleme olarak kullanmak…
Sinem yağmurun kızıydı. Annesi ona bu yağmuru gönderen bulutlarda bir yerlerdeydi. Sokaklarda neler olabileceğini hiç düşünmedi. Ne olsa yağmur vardı. Ne olsa yalnız değildi. Yağmur onu saklardı, yağmur onu korurdu…